

Erdem Taşdelen
Bize kendinden bahseder misin? Üç farklı Avrupa ülkesinde büyüdün, şimdi ise Kanada’da yaşıyorsun. Bunun arkasındaki hikaye nedir?Aslında çok da ilginç bir hikayesi yok. Babam diplomatlık yaptığı için ailecek İsviçre ve Almanya’da yaşadık. Liseyi Ankara’da, üniversiteyi ise İstanbul’da okuduktan sonra master yapmak için 2008’de Kanada’ya geldim ve burada yaşamaya devam ediyorum.
Farklı ülkelerde ve kültürlerde büyümek sana neler kattı?
Farklı yerlere adapte olmak durumunda kaldığımdan dolayı sanırım benlik denen kavramın bir performans olduğu fikrini çok net hissediyorum. Doğuştan bir benliğim varmış gibime gelmiyor, etrafıma göre nasıl şekillendiğimi görebiliyorum. Hiçbir zaman kendimi bir yere ait hissetmedim. Ama bundan şikayetçi değilim, belki böylesi daha iyi gibi geliyor. Aynı zamanda belki de farklı yerlerde bulunmak içimde kuvvetli bir sosyal adalet bilinci geliştirdi ve empati yeteneğimi güçlendirdi.
İşlerinde multi-disipliner bir yaklaşımın var. Farklı disiplinleri deneyimleme iştahı mı, doğal olarak gelişen bir durum mu bu?
Doğal olarak gelişen bir şey, çünkü benim gördüğüm eğitim zaten hiçbir zaman bir disipline odaklanmadı. Yani şu şu medyumdur, bu bu medyumdur, bunlar ayrı şeylerdir gibi bir düşüncem hiç olmadı. Doğrusu ben yaptığım şeylerin hangi disipline girdiğini zaten düşünmüyorum, kafamda böyle ayrımlar yok. Elbette farklı teknikler farklı çözümler gerektiriyor ama kafamdaki fikirleri ifade etmek için elimin altında bir sürü opsiyon varsa bunları neden kullanmayayım? Mesela çeşitli başvuru formlarında hangi alanda çalışıyorsunuz sorusunu ve altında resim, fotoğraf, heykel, video, performans gibi farklı kutucukları gördüğümde afallıyorum. Eğer sizin için temel mesele kavramsal iş üretmekse bu ayrımların hiçbir anlamı yok.


Erdem Taşdelen
Galeri NON’daki son sergin solaklık üzerine metaforik bir yaklaşımı benimsiyordu. Bir yıllık bir araştırma süreci içeren bu dönemde sosyal ayrımcılık olarak karşımıza çıkan başka konular ilgini çekti mi?
Evet, elbette, ama bunları zaten her gün görüyoruz, hayatımızın içinde bu ayrımcılıklar var. Benim amacım biraz daha ince bir yerden girip metafora dayalı bir kavramsal çerçeve oluşturmaktı.
Benzer doğrultuda bir çalışma görecek miyiz?
Uzun vadede bunların ne gibi tezahürleri olacağını şimdiden söyleyemem ama şu anda üstünde çalışmaya başladığım projede insan nedir, sınırları nelerdir gibi sorularla uğraşıyorum. Bu da sosyal ayrımcılıkla ilgili – bu ayrımcılığın en şiddetlisine maruz kalanlar “insan” olarak bile görülmüyorlar. Özellikle bu sergide gündelik hayattan, herkesin içselleştirebileceği bir konuyla ilgileniyorsun. Eğer izleyiciye alaka kurabileceği bir şey sunmuyorsam yaptığım şeyin hiçbir anlamı yok diye düşünüyorum. Sonuçta sanat nedir? Bence bir tür iletişim biçimidir. Sanatçı izleyicisini hesaba katmak durumundadır.
Akademik olarak da emek verdiğin güçlü bir ön araştırma dönemi var. Sosyal önyargılar ve ayrımcılık çalışmalarının odak noktasında mı?
Çalışmalarımın odak noktasında benlik kavramını irdelemek ve bunun ifade edildiği araçları incelemek var. Bir insan kendini ifade etmeyi nasıl öğrenir, nelerden ilham alır, başkalarıyla olan etkileşimleri onu nasıl şekillendirir? Böyle sorular soruyorum. Dolayısıyla önyargılar ve ayrımcılık da odak noktası olmasalar da buna bir yerden bağlanıyorlar. Maruz kaldığımız ayrımcılıklar bizi birey olarak şekillendiriyor, toplumda başkalarıyla nasıl iletişim kurduğumuzu belirleyebiliyor.
Peki bulunmuş objeler?
Bulunmuş objeler biraz Sol Elden Bir Rica sergisine özgü bir şeydi, işlerimde sürekli bulunmuş obje kullanmıyorum. Bu sergide bir taraftan akademik bir araştırmacı gibi davranıyorum, bir yandan da araştırdığım konunun kendi hayatımla ilgisine bakıp babamın konuyla ilgili hikayesine giriyorum. Bulunmuş objeleri kullanmak bu araştırmacı tavrın bir sonucuydu. Araştırmamda bulduğum bazı şeyleri göstermeye karar verdim, böylece serginin bir bütün olarak anlattığı hikaye güçleniyordu. Hatta şimdi aslında daha çok bulunmuş obje gösterebilirmişim diyorum, bu sergiyi bir daha kurduğumda öyle yaparım diye düşünüyorum.
Evet, elbette, ama bunları zaten her gün görüyoruz, hayatımızın içinde bu ayrımcılıklar var. Benim amacım biraz daha ince bir yerden girip metafora dayalı bir kavramsal çerçeve oluşturmaktı.
Benzer doğrultuda bir çalışma görecek miyiz?
Uzun vadede bunların ne gibi tezahürleri olacağını şimdiden söyleyemem ama şu anda üstünde çalışmaya başladığım projede insan nedir, sınırları nelerdir gibi sorularla uğraşıyorum. Bu da sosyal ayrımcılıkla ilgili – bu ayrımcılığın en şiddetlisine maruz kalanlar “insan” olarak bile görülmüyorlar. Özellikle bu sergide gündelik hayattan, herkesin içselleştirebileceği bir konuyla ilgileniyorsun. Eğer izleyiciye alaka kurabileceği bir şey sunmuyorsam yaptığım şeyin hiçbir anlamı yok diye düşünüyorum. Sonuçta sanat nedir? Bence bir tür iletişim biçimidir. Sanatçı izleyicisini hesaba katmak durumundadır.
Akademik olarak da emek verdiğin güçlü bir ön araştırma dönemi var. Sosyal önyargılar ve ayrımcılık çalışmalarının odak noktasında mı?
Çalışmalarımın odak noktasında benlik kavramını irdelemek ve bunun ifade edildiği araçları incelemek var. Bir insan kendini ifade etmeyi nasıl öğrenir, nelerden ilham alır, başkalarıyla olan etkileşimleri onu nasıl şekillendirir? Böyle sorular soruyorum. Dolayısıyla önyargılar ve ayrımcılık da odak noktası olmasalar da buna bir yerden bağlanıyorlar. Maruz kaldığımız ayrımcılıklar bizi birey olarak şekillendiriyor, toplumda başkalarıyla nasıl iletişim kurduğumuzu belirleyebiliyor.
Peki bulunmuş objeler?
Bulunmuş objeler biraz Sol Elden Bir Rica sergisine özgü bir şeydi, işlerimde sürekli bulunmuş obje kullanmıyorum. Bu sergide bir taraftan akademik bir araştırmacı gibi davranıyorum, bir yandan da araştırdığım konunun kendi hayatımla ilgisine bakıp babamın konuyla ilgili hikayesine giriyorum. Bulunmuş objeleri kullanmak bu araştırmacı tavrın bir sonucuydu. Araştırmamda bulduğum bazı şeyleri göstermeye karar verdim, böylece serginin bir bütün olarak anlattığı hikaye güçleniyordu. Hatta şimdi aslında daha çok bulunmuş obje gösterebilirmişim diyorum, bu sergiyi bir daha kurduğumda öyle yaparım diye düşünüyorum.
Erdem Taşdelen
Seyirciyi içine alan ve mutlaka hatırda kalan işlere imza atıyorsun. Sorumlu sanat diye birşey var mı?
Sorumlu sanat diye bir şey var, ben de onu yapıyorum demek biraz iddialı olur elbette. Ben sadece izleyiciyi de düşünmeye çalışıyorum diyeyim. Benim hedefim sanat dünyasındaki insanlara hitap eden işler üretmek değil, gündelik olarak sanatla iç içe olmayan insanların da ilişki kurabileceği şeyler yapmak. Yani bu sırf sanatçı olmakla alakalı bir şey de değil, içinde o sorumluluğu hisseden herkes “Benim şu dünyada kime ne faydam dokunuyor?” diye düşünür. Ama sanatçıysanız yaptığınız işin direk sonuçlarını göremeyebiliyorsunuz, bu zor bir şey.
Sol Elden Bir Rica sergisine paralel gerçekleşen yemek daveti nasıl geçti? Aklında kalanlar? En ilginç hikaye?
Çok ilginç bir deneyimdi. İnsanlardan yemeklerini sol elleriyle yemelerini rica ettiğimde birçoğunun bunu gerçekten yapacağını düşünmüyordum. Kendi oturduğum masadan başka masaları çaktırmadan izleyip durdum ve insanların bunu cidden yaptığını gördüm, bu çok sevindiriciydi. Fakat başıma şöyle bir şey geldi. Yemekten önce kendi kendime insanlardan sol elleriyle yemelerini istiyorum ama ya sol elini kullanamayan biri gelirse ne olacak, umarım kendini kötü hissetmesine sebep olmam diyordum. Yemekte karşıma tam da böyle biri oturdu! Neyse ki işi espriye vurdu ve ben de rahatladım.
2015 için neler planladın?
Ocak ayında Meriç Algün Ringborg ile son iki senedir üstünde çalıştığımız ortak projemiz Investigations on Artistic Subjectivity’yi sunmak için Stockholm’e gideceğim. Daha sonrasında Sabancı Müzesi’nde Sabancı Üniversitesi’nden mezun olmuş sanatçıların yer alacağı bir sergiye katılmak için Mart’ta Türkiye’ye geliyorum, burada yeni bir iş göstereceğim. Olabildiğince vakit yaratıp şu an üstünde çalıştığım projeyi geliştirmek istiyorum, bu da biraz uzun soluklu bir proje olacak.
İstanbul sence gerçekten sanat dünyasında parlayan bir yıldız mı?
Dışarıdan son birkaç senedir yıldızının parlak göründüğü söylenebilir, fakat bu büyüye kapılmamak lazım. Böyle şeyler popüler olmakla olmaz, ancak bunu destekleyebilecek bir altyapı varsa sürdürülebilir olur. Son yıllar içinde çok iyi işler yapan Türkiyeli sanatçılar var ve hak ettikleri ilgiyi yurtdışında da görüyorlar, fakat bu sanatçıların bireysel başarıları dışında İstanbul’un biraz şişirildiğini düşünüyorum.
Sorumlu sanat diye bir şey var, ben de onu yapıyorum demek biraz iddialı olur elbette. Ben sadece izleyiciyi de düşünmeye çalışıyorum diyeyim. Benim hedefim sanat dünyasındaki insanlara hitap eden işler üretmek değil, gündelik olarak sanatla iç içe olmayan insanların da ilişki kurabileceği şeyler yapmak. Yani bu sırf sanatçı olmakla alakalı bir şey de değil, içinde o sorumluluğu hisseden herkes “Benim şu dünyada kime ne faydam dokunuyor?” diye düşünür. Ama sanatçıysanız yaptığınız işin direk sonuçlarını göremeyebiliyorsunuz, bu zor bir şey.
Sol Elden Bir Rica sergisine paralel gerçekleşen yemek daveti nasıl geçti? Aklında kalanlar? En ilginç hikaye?
Çok ilginç bir deneyimdi. İnsanlardan yemeklerini sol elleriyle yemelerini rica ettiğimde birçoğunun bunu gerçekten yapacağını düşünmüyordum. Kendi oturduğum masadan başka masaları çaktırmadan izleyip durdum ve insanların bunu cidden yaptığını gördüm, bu çok sevindiriciydi. Fakat başıma şöyle bir şey geldi. Yemekten önce kendi kendime insanlardan sol elleriyle yemelerini istiyorum ama ya sol elini kullanamayan biri gelirse ne olacak, umarım kendini kötü hissetmesine sebep olmam diyordum. Yemekte karşıma tam da böyle biri oturdu! Neyse ki işi espriye vurdu ve ben de rahatladım.
2015 için neler planladın?
Ocak ayında Meriç Algün Ringborg ile son iki senedir üstünde çalıştığımız ortak projemiz Investigations on Artistic Subjectivity’yi sunmak için Stockholm’e gideceğim. Daha sonrasında Sabancı Müzesi’nde Sabancı Üniversitesi’nden mezun olmuş sanatçıların yer alacağı bir sergiye katılmak için Mart’ta Türkiye’ye geliyorum, burada yeni bir iş göstereceğim. Olabildiğince vakit yaratıp şu an üstünde çalıştığım projeyi geliştirmek istiyorum, bu da biraz uzun soluklu bir proje olacak.
İstanbul sence gerçekten sanat dünyasında parlayan bir yıldız mı?
Dışarıdan son birkaç senedir yıldızının parlak göründüğü söylenebilir, fakat bu büyüye kapılmamak lazım. Böyle şeyler popüler olmakla olmaz, ancak bunu destekleyebilecek bir altyapı varsa sürdürülebilir olur. Son yıllar içinde çok iyi işler yapan Türkiyeli sanatçılar var ve hak ettikleri ilgiyi yurtdışında da görüyorlar, fakat bu sanatçıların bireysel başarıları dışında İstanbul’un biraz şişirildiğini düşünüyorum.






Erdem Taşdelen
Interviewed by Ceyda Türkön
ID Photoğrafı: Engin Irız
Daha fazlası için:
FACEBOOK TWITTER
Other Posts